– Hayırdır? Karadeniz’de gemilerin mi battı?
– Alper Fidaner ölmüş ya. Bambaşka iyi bir insandı, Ankara’dan tanırım.
– Başın sağ olsun.
– Dostlar sağ olsun.
Hiç tanışmadığım gazeteci – foto muhabir Alper’in akciğer kanseri sebebiyle bu diyardan göçüp gittiğini 27 Temmuz sabahı böyle öğrendim.
Günlük ‘sosyal medyada parmakları kaydırma’ seansına başladığımda, önüme Alper’le ilgili birçok paylaşım düştü. Belli ki Ankara’nın beş benzemezlerinin, benzerlerinin, birçok mahallesinin, sokağının, mekânının üzerinde kesiştiği sevilen bir karakterdi.
Böylesine sevilen bir insanın kaybını yaşayanların hüznü o kadar koyuydu ki, kıyısına bile ilişemeden hayat devam etti o gün benim için.
Ama gel gör ki Alper’in arkadaşlarının paylaşımları, agresif re-marketing sağanakları gibi sayfalarıma yağdı. Bir alışveriş sitesini ziyaret etmişim de hiçbir şey almadan sayfayı kapatmışım gibi önüme çıkan Alper Fidaner haberlerini/ardından yazılanları okumaya koyuldum…
Alper Fidaner
Fotograf: Aykan Özener, Ekim 2024
Ve bir anda fark ettim ki, hiç tanışmadığım bir gazeteciyi kıskanmaya başlamıştım. Alper’in arkadaşları, sevgilerini göstermek için onun ölümünü beklememiş, hayattayken, yanındayken söylemişler ne hissediyorlarsa. Bir kayba yetişememiş sevgiyi değil, hayattayken söylenmiş sözcükleri kıskandım. Bir gazetecinin ardında kalan, gerçek dostluğu kıskandım.
Ve nihayet gazeteci Mehmet Demir’in kendisi hakkında yazdığı bir paylaşıma denk geldiğimde -Alper’i de etiketlediği için- kendimi Alper’in Facebook sayfasında buldum.
Mehmet Demir’in “Alper, vazgeçişleri bayrama çevirebilecek kadar yüksek enerjiye sahip bir tembeldi; gördüğüm en hayat dolu, en enerjik tembel” diye bahsettiği mektubunu da yazının en altında paylaşıyorum.
Okuyunca anlayacaksınız zaten, neden Alper’le geç tanıştığım için içimde bir burukluk oluştuğunu ve kıskandığımı.
Alper Fidaner
Fotograf: Aykan Özener, Ekim 2024
Şimdi gelelim Alper’in Facebook sayfasına. ‘Stalk‘ diyelim adına.
19 Ağustos 2022 tarihinde, yani tam üç sene önce bugün bir paylaşım yapmış. Yani Dünya Fotoğrafçılık Günü’nde.
Dünyada çekilen ilk (net) insanlı fotoğraf hakkında paylaştığı görseli ve metni aynen aşağıya koyuyorum.
“İnsan görüntüsü kaydedilmiş ilk fotograf…”![]() “Fotograf dersleri verdiğim dönemde yeni gelenlere göstermeyi en çok sevdiğim fotograf buydu. Louis Daguerre, insan görüntüsü kaydedilmiş bu ilk fotografı 1838’de Paris’te çekti. Aslında kalabalık bir cadde. Yürüyen insanlar, arabalar filan dolu. Ancak fotografın çekimi çok uzun sürdüğü için, yer değiştiren şeyler kaydedilemiyor. Köşedeki ayakkabı boyacısı ve müşterisi orada bir süre sabit durdukları için bugün hâlâ görebiliyoruz. Louis Daguerre’in Daguerreotype – Dagerotip* adını verdiği buluşu 19 Ağustos 1839’da Fransa’da resmen duyuruldu ve lisanslandı. Bir Camera Obscura ve gümüş nitratla hazırlanan ışığa duyarlı yüzey kullanılarak görüntüler kimyasal-fiziksel süreçle kaydediliyordu. Dagerotip, yaygın kullanılan ve ticari dolaşıma giren ilk fotograf türü oldu. Dagerotip ile çoğunlukla süslü kutularda saklanan küçük boy portreler çekildi. 1839 fotografın icad edildiği yıl olarak kabul edilse de, farklı yerlerde farklı araştırmacılar uzun süredir konu üzerine araştırmalarına devam ediyorlardı. Bugüne ulaşan en eski kalıcı görüntüyü Joseph Nicéphore Niépce 1826 yılında elde etmişti. Bugün 19 Ağustos, Dünya Fotograf Günü. Kutlu olsun.” |
Alper’in hayatı, tıpkı bu eski fotoğraf gibi. Çok şey gelip geçmiş. Kimi hızlıca kaybolmuş. Ama bazı şeyler sabit kalmış. Net çıkmış. Tıpkı köşedeki ayakkabı boyacısı ve müşterisi gibi. Tıpkı dostluk, hakiki muhabbet, gerçek bir hayat gibi.
Ve belki de bu yüzden, 60 yaşında, vakitsiz, çok vakitsiz ölen bir gazeteciyi kıskandım. Hayattayken yazılanları, ardından yazılanları, anlatılanları, sevgiyle dolu o yankıyı kıskandım. Ve bu sayede, dünyanın ilk insanlı fotoğrafını görme şansına ulaştım.
Teşekkür ederim Alper. Gitmeden önce de gittikten sonra da öğrettiklerin var.
Dünya Fotoğrafçılık Günü’n kutlu olsun.
Alper Fidaner
Güneş Gazetesi Ankara Bürosu, Rüzgârlı Sokak, 1990
Mehmet Demir’den Alper Fidaner’e mektup: Herkesin Alper’ini toplasak, ortaya nasıl bir ucube çıkar bilmiyorumİki gündür Alper benim evin içinde dolanıyor sanki, snob bir müşkülpesentlikle… Geyik yapacakmışız ama keyfi yokmuş gibi… Sohbet edecekmişiz ama hali yokmuş gibi… Bira içmeye gidecekmişiz ama göbeği şiş olduğu için canı çekmiyor gibi… Ne yapacağımıza bir türlü karar veremeyince de tam aradığı modu bulmuş tembel insan sevinciyle “Amaaaaaan, üç günlük dünya, siktir et oturalım evde” demiş gibi. Ama oturamamışız da gibi. Alper, vazgeçişleri bayrama çevirebilecek kadar yüksek enerjiye sahip bir tembeldi. Gördüğüm en hayat dolu, en enerjik tembel. Oksimoronun alâsı. Çevresi çok kalabalık, çok geniş, çok renkliydi. O yüzden de, herkesin Alper’ini toplasak, ortaya nasıl bir ucube çıkar bilmiyorum. Ama ortak noktalardan oluşan kesişim kümesinde, pek çoğu kesinlikle “huysuz olduğunuz kadar tatlısınız da küçük bey” repliğinde mutabık kalır sanırım. Bu tembelliğinin tadını son yokuşta çıkaramadı. Bir sürü nemrut arkadaşı vardı çevresinde ve onu mütemadiyen hastaneye, kemoya, boka, püsüre taşıdı durdular. İlle yaşatacaklardı. Bu saate kadar kaldıysa, sırf o güzel arkadaşlarının güzel hatırını kıramayan güzel kalbi sayesindedir. Onlar olmasa, çoktan göçüp gitmişti… Güzel arkadaşları diyorum da… Sanmayın ki her birini görseniz çok seversiniz… Geçinemeyen, birbirlerine sırf Alper’in hatırına katlanan ve bunu lütuf gibi yaptıklarını her cümlelerinde iğne gibi ötekine batıran bir huysuz insan topluluğu. Olum, sen nasıl biriktirdin la bu kadar 555 benzemezi çevrende? *** Ahhhh Alperciğim… Benim Ankara’mın köşe taşlarından biri… Gidişine ağlasam ayıplayacakmışsın gibi bir his sürekli içimde. Seni sen yapan her ne idiyse, iyi kiymiş. Bizim yollarımızı kesiştiren her şeye binlerce şükür. Uzun zaman alacak bu hislerle yüzleşmek ve baş etmek… Kaç günü akşama bağladığımız Engürü mü? Kaç akşamı geceyi bağladığımız Expres mi, Rüya mı? Ataç İki’deki, Bilge Karasu fotoğraflarını yıkayıp bastığımız stüdyo mu (Adakale ya da İnkılap mıydı yoksa?), Milliyet gazetesinin zemin katında Paris Caddesi’ne bakan dergi bürosu mu, Siyah Beyaz mı, Eski Yeni mi, Fikrim mi, Alerta mı… Hangisi daha çok sen diye cebelleşmeyeceğim. Hepsiydi çünkü sen. Sen hepsindeydin. Oraları oralar yapan aktörlerden biri, hatta bazen en birincisiydin. Şimdi ne olacak, biliyor musun? Facebook her gün bana bir şey hatırlatacak ve onların neredeyse hepsinin içinde sen olacaksın… Sanırım kafam epey dağınık. Bunların hepsini yeniden okuyup düzenlemeye geleceğim tekrar. Hep sevileceksin. Hep güzel anılacaksın. Hayatımıza dokunmuş gitmiş değilsin. Değdiğin yerde hep duracaksın. Hep… |
