1999 depremi sonrası İstanbul Şurası’nda neler konuşulduğunun özeti: Beş gün toplantı yapıldıktan sonra 2023 depremi beklenmiş!

Fotoğraf: Berna Abik – İskenderun (T24)

Beş gün süren bu toplantılarda 43 konuşmacı var. Kitabı incelerken 24 yıl önce yapılan birçok konuşmanın bugün de aynı şekilde, pek bir değişiklik olmadan yapılmaya devam ettiğini gördüm. 24 yıldır bir arpa boyu yol kat edilmediğinin somut kayıtları olarak bu konuşmalardan bazılarını buraya not etmek istiyorum

Yaşadığımız bu ‘kaderci afet’ sonrasında birçok İstanbullu gibi anksiyetenin pençesine düşmüş biri olarak 17 Ağustos 1999’dan önce İstanbul’u etkileyen başka hangi depremlerin olduğunu düşündüm.

Karaköy Bankalar Caddesi’nde bulunan SALT Araştırma’da buna dair neler bulabilirim diye bakarken, mimar Behruz Çinici‘nin 14 Kasım 1995 tarihinde, dönemin başbakanı Tansu Çiller‘e gönderdiği bir mektuba rastladım.

Mektup “Bu raporumuzda yurdumuzun aktif fay kuşağı üzerinde bulunması ve bu nedenle bölgelerimizde sismik aktivitelerle karşılaşılması dolayısıyla DEPREM konusu irdelenmekte ve değerli görüşlerinize arz edilmektedir” cümlesiyle başlıyor.

Mektuba geçmeden önce kısaca Behruz Çinici‘yi hatırlatmak istiyorum. Çinici, TBMM bahçesindeki ünlü camiyi de yapan mimar. Minarenin bir selvi (sonra kavağa dönülüyor) ağacıyla temsil edilmesi ve geleneksel mimarideki gibi kubbesiz tasarlanması -tahmin edersiniz ki- epey bir tartışmayla gündeme geliyor.

TBMM Camisi’nde minareyi temsilen dikilen kavak ağacı sağ üstte 

1995 yılında Ağahan Mimarlık Ödülü alan projedeki minareyi temsilen mihrabın arka kısmına gelecek şekilde yerleştirilen kavaklar 2018 bir anda kesildi. Haberin detayına bakmak isteyenler buradan okuyabilir.

TBMM Camii’de namaz kılınıyor
Behruz Çinici’ye dair bu küçük hatırlatmadan sonra Tansu Çiller’e gönderdiği mektubundaki ana başlıkları şöyle sıralayabiliriz, tamamını ise aşağıda mektubun kendisinden okuyabilirsiniz:

– Halkımız deprem konusunda bilinçlendirilmemiştir.

– Ülkede sahip olunan sismograf sayısı, yakın komşularımızla kıyaslandığında çok düşük kaldığı görülmektedir. Örneğin: İtalya’da 400, Yunanistan’da 350, İran’da 450 sismograf cihazı bulunurken Türkiye’de ancak 92 adet var.

Okura not: Kandilli Rasathanesi’ni arayıp Türkiye’deki güncel sismograf cihazlarının sayısını sordum. Şu anda bu sayının Kandilli’de 263, AFAD’ın da 500 küsur olduğu yönünde. Üniversitelerin sahip olduğu kendi cihazlarla birlikte bu sayı daha da artıyor.

Öneriler:

– … Türkiye Deprem Vakfı’na kamu yararı statüsünün verilmesi ve yine yeterli miktarda kaynak akışının sağlanması ile bu vakfın önderliğinde acilen, önce önemli kamu yapılarının ve hemen arkasından sakıncalı yerleşim alanları ile özel yapılaşmalar üzerinde deprem güvencesini saptama çalışmalarının başlanılması ve yine ivedilikle gerekli yaptırımların uygulanması ile bu uygulamaların ülke boyutunda öncelikle depremselliği yüksek kentlerde, özellikle hastaneler, okullar, santraller gibi yapılaşmalar üzerinde yoğunlaştırılmalı.

Behruz Çinici’nin deprem ve depremin İstanbul’da yol açacağı sorunlar üzerine Tansu Çiller’e yazdığı metin, SALT Araştırma, Çinici Ailesi

Tansu Çiller bu mektuba ne cevap verdi bilmiyorum ama 99 depreminde bu uyarıların pek dikkate alınmadığını hepimiz acı bir şekilde öğrenmiştik. Peki 17 Ağustos 1999 depreminden sonra kim ne demişti? SALT Araştırma’da bu sorunun yanıtının da kayıtları var: İstanbul ve Deprem | İstanbul Şurası Toplantıları 23-26 Ekim 1999

 Konuşmacıların tam listesi

Beş gün süren bu toplantılarda 43 konuşmacı var. Kitabı incelerken yaklaşık çeyrek yüzyıl önce yapılan birçok konuşmanın bugün de aynı şekilde yapılmaya devam ettiğini gördüm. Çeyrek yüzyılda bir arpa boyu yol alamadığımızın bir kanıtı olarak bu konuşmalardan bazılarını buraya not etmek istiyorum. Kitabın tamamını buraya aktaramayacağım için merak edenler İBB Atatürk Kitaplığı ve SALT Araştırma’dan kalan kısımları inceleyebilir.

Erol Çakır – İstanbul Valisi 

“‘Devlet nerede?’ sorusuna devletimiz muhatap olmamalıydı” 

… Evet bu deprem sonrasında, devletimizin hantal yapısından kaynaklanan eksikliklerimiz oldu. Ama masanın her iki tarafında da aynı anda bulunma gibi bir sorumluluğu taşıdığım ve depremin hemen akabinde bölgeye ulaşıp bugüne kadar sürekli o insanlarla birlikte olan bir arkadaşınız olarak çok açık ve net ifade etmek istiyorum ki “Devlet nerede?” sorusuna devletimiz muhatap olmamalıydı. Çünkü bütün bunlara bu hantal yapıya bu kadar eksikliklerimize rağmen orada yapılan ve yapılacak olan işlerin yüzde 80’i, 90’ı yine tenkit ettiğimiz belki de bazılarımızın beğenmediği devlet tarafından ortaya kondu.

“Enkazın altından seni kim çıkardı?”

Bursa’da, İstanbul’da iki üç kez hastaneleri ziyarete gittik. Bir defasında mesela yaralı vatandaşımız hasta yatağında: “Hiç devletin yardımını görmedik” dedi. “Nedir”dedim “devletten kastettiğin?”, “Devlet ilgilenmedi bizimle” dedi. “Evin neredeydi?”dedim. “Tütünçiftlikte’ydi İzmit Kocaelinde” dedi. “Enkazın altından seni kim çıkardı?”dedim. “Polisler, Allah razı olsun” dedi. “Oradan seni bu Kartal SSK’ya kim getirdi?”dedim. “Ambulans, doktor, hemşireler” dedi. “Peki iki aydır bu hastanede yatıyorsun, buraya para veriyor musun?” dedim. “Hayır vermiyorum, Allah razı olsun doktorlardan” dedi. İşte dedim bak bütün bunların hepsi devlet. Ama bizim milletvekilleri gelmedi dedi bu sefer. Ha o iş ayrı ama devlet dediğin işte sana bu hizmeti verenlerdir dedim.

 

İbrahim Betil – Eğitim Gönüllüleri Vakfı Başkanı

“Halkımız hâlâ Kızılay’dan bir rapor, bir açıklama bekliyor”

… Sayın Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel diyor ki: Sıfırdan başlayan Türkiye Cumhuriyeti’nin bugün geldiği nokta çok önemlidir. Bunca sanayi tesisi, ihracatın yüzde 90’ının sanayi ürünü olması, 15 milyon öğrenci, 500 bin öğretmen, yani bunca gelişme her şeyi yanlış yaparak olamaz ki! Yani diyor ki; Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri genelde pek çok şeyi doğru yapmıştır. Sayın Cumhurbaşkanımız bu arada değişim gereğini de reddetmiyor ve diyor ki siyasiler de zaman içinde değişecektir. Halk onları değişime zorlayacaktır.

Bu açıklamalarından anlıyoruz ki devletin en tepesindeki deneyimli ve yetkili kişi, değişimin gereğini de dile getiriyor. Halkımızın, siyasileri gelişime zorlayacağını söyleyerek halkın da değişimi talep ettiğini düşünüyor.

“Kızılay kamuya hizmet etme iddiası ile kurulmuş, ama kamuya kapalı bir dernek”

Başbakan ise bu konuda Cumhurbaşkanı’na göre daha temkinli. Örneğin, depremde tüm kamuoyunun tepkisini ve eleştirisini çeken Kızılay’ı haklı veya haksız hiç kimsenin eleştirmemesi, haklı veya haksız Kızılay’a gölge düşürmeye teşebbüs etmemesi gerektiğini söyledi. Aynı Kızılay’ın başkanı iki gün sonra istifa etmek zorunda kaldı oysa. Kızılay kamuya hizmet etme iddiası ile kurulmuş, ama kamuya kapalı bir dernek. Seçim yok. İstifa eden başkanın yerine ikinci başkan geliyor. Ve halkımız hâlâ Kızılay’dan bir rapor, bir açıklama bekliyor, ama yeni yönetim de şimdilik eski yönetimin duyarsızlığını benimsemiş ve aynen sürdürecek gibi duruyor.

 

Hüsamettin Kavi – İstanbul Sanayi Odası Yönetim Kurulu Başkanı

“Ne Komisyon ne de TBMM buna gerek görmemiş…”

… Geçenlerde basında bir köşe yazarı temel bir gerçeğe dikkat çekti, pek çoğunuz muhtemelen görmüşsünüzdür. 1985 yılında TBMM’de İmar Yasası tartışılırken bir önerge verilmiş ve zemin etüdü ile zemin mukavemetinin de İmar Yasası’ndaki zorunlu belgelerden biri olması talep edilmiş. Fakat ne komisyon ne de TBMM buna gerek görmemiş. Yani yapıyı yapacağınız zeminin özellikleri hiç önemli değil demişiz. Sonucu davet etmişiz.

… Hepimiz biliyoruz ki maalesef bu konuda fevkalade eksiğiz. Artık bu sistemin gereklerini yerine getirmek ve kaliteyi talep etmek zorundayız. Bir konutun oturulabilirliğini sadece iskân belgesiyle ve konutun görüldüğü son aşamada belirlemek mümkün değildir. Projeden ruhsat aşamasına, zemine ve uygulamaya kadar sürecin tamamında işler doğru yapılırsa sonuç zaten kendiliğinden sağlıklı olacaktır. Öncelikli olarak yapılması gereken, dünyada olduğu gibi bizde de denetim alanında bağımsız kurumların artık hayata geçmesidir.

 

Mehmet Yıldırım İstanbul Ticaret Odası Başkanı

“Birkaç müteahhidi suçlayarak olayı çözmek çok yanlış”

İki ay geçmesine rağmen odalar camiası olarak Odalar Birliği başkanlığında kurduğumuz komisyonumuz hâlâ arsa tahsisi beklemektedir. 5 bin konut yapmayı hedeflediğimiz hâlde bugüne kadar hâlâ arsa tahsisi yapılmış değildir.

… Bu depremde bir kez daha gördük ki deprem sonrasında suçlu aramada da yanlış yollara başvuruyoruz. Önce sadece müteahhitler suçlu olarak gösterildi, ikinci belediyeler, üçüncü teknik adamlar gösterildi. Böyle arayışlar içerisinde suçlu ararken gerçek sorunu ortadan kaldıracak tartışmalardan uzaklaşıyoruz.

“Yapılan konutların çoğu denetim dışı yapılmıştır”

Bilindiği gibi Marmara Bölgesi çok hızlı göç aldı, hızlı bir şehirleşme yaşandı. Nitekim 10 yıl içinde 100’ün üzerinde belde belediyesi ortaya çıktı. 50’ye yakın ilçe oldu. Böyle bir yerleşim anlayışı içerisinde kontrol mekanizması hiç işlemedi. Belediyeler suçlanıyor ama kimse konutlar ve yerleşme düzeni oluştuktan sonra belediyelerin ortaya çıktığını görmüyor. Yani belediye kurulduktan sonra konut oluşmadı. “Burada nüfus çoğaldı, artık muhtarlıkla burası idare edilemez, gelin belediye yapalım” dedik ve yaptık. Yapılan konutların çoğu zaten denetim dışı yapılmıştır.

Müteahhitleri suçladık hemen. Oysa bu ülkede neredeyse herkes müteahhittir. Dikkat edin, hemen her konutun üzerinde kolon tabir edilen direkler devam eder ve ev sahibi para buldukça evini yükseltmeyi sürdürür. Bu gibi evlerin inşaatı profesyonel bir alan olarak görülmemektedir. Şahıs imkân ve kaynak buldukça kat çıkmaktadır. İşin hukuki yanı ve sistem incelendiğinde şu görülecektir: Bir müteahhit teknik adamını bulmuş, kontrolörünü koymuş ve ruhsatını almışsa görevini yapmış sayılmaktadır. O binanın çürüklüğü hukuki yönden müteahhidi ilgilendirmemektedir. Şu hâlde işleri böyle basite indirgeyip birkaç müteahhidi suçlayarak olayı çözmenin çok yanlış olacağını ifade etmek isterim. Burada yerel yönetimlere de teknik insanlara da, bu işin icraatını yapana da önemli görevler düşmektedir.

Her türlü kaçak yapılaşmaya, her türlü gecekonduya açık 777 bin km2 Türkiye’de 500 bin km2 alan hâlâ devletin elinde işgale açık bir vaziyette beklemektedir.

 

Prof. Dr. Mehmet Aydın – Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı

“Türkiye’de en azından bir kısmımızın Doğal Afetler Teolojisi geliştirmesi lazım.”

Bir Danimarka atasözü ile konuşmama başlıyorum: “Cehaletten bilgiye büyük bir adım vardır, ama bilgiden eyleme atılması gereken adım çok daha önemli, çok daha hayati!”

Yani sadece bilmek yetmiyor, ama o bilgiyle topluma hizmet etmenin de bir çerçevesinin olması gerekiyor. Çünkü doğal afetler, insanlık tarihinin en önemli hadiseleri, yani geriye doğru antropolojik bir seyahat yapacak olursak pek çok şey hayatımızda, insan hayatında, insan kültüründe bu doğal afetlerle ilgilidir. Hele deprem gibi, belki doğal afetler içinde kendine özgü şartları son derece belli olan bir durum, büsbütün insan hayatını yakından ilgilendiriyor. Rüzgâr ve fırtına gelişini az çok haber veriyor, sel gelmeden önce alametleri belli, ama deprem için çok az şey biliyoruz. Deprem birdenbire geliyor insanın başına; belki bir de bir-iki saniye içinde insanın sıcak yuvası mezarı oluyor. Bu bakımdan deprem ve öteki şeyleri yeniden birlikte düşünmenin yararı vardır.

… Doğrudan doğruya kültür, siyasal taleplerimiz ve söylemlerimizle ilgili bir durumla karşı karşıyayız. Bir bakıma herkesin ders çıkarmaktan söz ettiği yerde kanaatimce doğal afetler kültürü üstüne düşünmenin tam sırasıdır. Bugüne kadar bu boyutta bir felaketle karşılaşmadığımız için belki şimdi kültürümüzün içinde var olup da böyle afetlerde kullanılabilecek unsurları yeniden düşünmek ve o unsurlar üzerinde bir hizmet felsefesi inşa etme çabası koyulmak lazımdır.

Doğal afetler kültürünün içinde neler var? Bir kısmı üzerinde zaten duruldu, benim alanım da değildir. Evvela bilgi var. Öyle görünüyor ki -uzmanların dediğine göre- bilgiyle hareket etmemişiz, mevcut bilgiyi dahi kullanmamışız. Bunun her şeyden önce ahlaki bir sorun doğurduğunu bilmemiz gerekir. Çünkü böyle bir durumda diğer insanların hayatlarını ilgilendiren bir ihmal ve göz ardı etme söz konusuysa orada sadece bilime göre hareket etmemenin ortaya çıkardığı teknolojik bir sıkıntıyla değil, aynı zamanda ciddi bir ahlaki sorumlulukla karşı karşıyayızdır.

… Panelin konusu ‘Doğal Afetler ve İnsanlık Bilinci’ ve ben de ilahiyat kökenli bir felsefe hocacıyım. Meseleye insanlık bilinci açısından baktığımızda bu depremdeki yetersizliğin yol açtığı sıkıntıları görmüş olmamız bakımından bunun üzerine bir şeyler söylemeliyim.

İnsanlar insana yardımı hedef edindikten sonra bunu hangi kimlikle yaptığı önemli değildir; birisi Müslüman, birisi Hıristiyan, birisi ateist olarak koşar. Bunun bir sakıncasını görmek insanlık bilincine ve insana hizmet bakımından yanlış olur.

“Türkiye’de insanlar depremi farklı yorumlayabiliyor, gizlemeye gerek yok”

… Türkiye’de en azından bir kısmımızın -felsefi bir deyim kullanayım- bir Doğal Afetler Teolojisi geliştirmesi lazımdır. Bir Doğal Afetler İlahiyatı geliştirmemiz lazım. Niye? Çünkü insanlar depremi çok farklı şekillerde değerlendirebiliyor. Türkiye için bu değerlendirmelerin bir kısmının sorun olduğunu gördük, gizlemeye gerek yok.

O halde acaba Adapazarı’ndaki insanlar depremi nasıl yorumluyor? Bu yorumdan haberimizin olması gerekir. Mesela çarpıcı iki örnek vereyim.

Eğer bir insan oradaki depremzedeye yardım ederken bir misyoner haletiruhiyesi içinde hareket ederse, o anda tam fırsattır deyip kendi dini anlayışını empoze ederse, bu hem günah olur hem ahlaki sorumlulukla bağdaşmaz hem ters tepebilme gibi son derece sıkıntılı bir durumun da ortaya çıkmasına sebep olabilir.

O halde oraya gidip hizmet eden insanların belli bir hümanist ve kültür geçmesi de gerekiyor.

Bir de işin öbür tarafını söyleyeyim. Diyelim ki bir psikoloğumuz veya psikiyatrımız bir Adapazarlıya hizmet götürüyor. 60 yaşındaki yaşlı bir hanım iki gözü iki çeşme ve dua ediyor, ve “Allah böyle bir felaketi daha başımıza getirmesin” diyor. Hizmet götürmek isteyen arkadaş diyor ki “Teyzeciğim bunun Allah ile filan ilgisi yok.” Bunu söylediğiniz an hizmet alanını zaten kesiyorsunuz. O teyzeye yeni bir bilimsel diskur çekmenin hiç anlamı yok. O teyzeye diyeceksin ki “Tabii teyzeciğim Allah bir daha başımıza böyle bir şey vermesin. Allah bu işle uğraşan siyasetçilerimize ve bilim adamlarımıza da akıl fikir versin.”

Dolayısıyla hizmet götürdüğümüz zaman iki tarafı birden görmelidir.

… Belki bu bölgelerde din adamlarımıza çok farklı bir eğitim vermek gerekiyor. Yani yaralı insana, ölmek üzere olan insana hizmet götürürken nasıl davranması gerektiği hususunda ona yeni bilgiler ulaştırmak lazım, yeni bir bilinçlendirme sürecine sokmak lazım. A3ynı şekilde seküler hizmeti götüren insanlara da bunun bir kültür hizmeti olduğunu ve o kültür hizmetinin içinde ahlakın inancın vs. son derece önemli olduğunu hatırlatmamız gerekiyor.

Bütün bu söylediklerimden sakın hizmetin bir ideolojiye bağlı olması gerektiği sonucu çıkmasın. Hayır, başta söyledim hakikaten insanlığa yakışmaz…